Şartlı refleksin çıkmazı.. Dikkatinizi çekti mi veya izlediniz mi bilmem. CNN Türk muhabiri, 30 Ağustos Zafer Bayramı törenlerini canlı yayında anlatırken şöyle dedi. “Cephedeki mühimmat seviyesi, asker seviyesi ideal bir noktaya taşındıktan sonra, Büyük Taarruz bizzat Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın başkomutanlığında başladı.” Evet aynen böyle dedi. Ne bir eksik ne bir fazla.. Bu, sıradan bir dil sürçmesi değil. Tesadüf de değil. Bu, bir şartlı refleksin, bilinçaltına kazınan bir kalıbın kendiliğinden dışarı sızmasıdır. Nasıl ki Rus fizyolog İvan Pavlov’un köpekleri, zil sesini duyunca düşünmeden salya akıtıyordu, bizde de belli cümleler, belli övgüler artık düşünmeden dile geliyor. Bir muhabir, 103 yıl önce devletin varlığını güvenceye alan Büyük Taarruz’u şimdiki Cumhurbaşkanına mal edebiliyor. Çünkü belleğe kaydedilen ön kabuller, uzun süre tekrarlandığında, sonunda gerçeğin yerine geçiyor. Bugün bütün bakanların, bürokratların söze “Cumhurbaşkanımızın emir ve talimatlarıyla” diye başlaması tesadüf müdür? Bu şartlanma, bireysel bir hatadan çok, toplumsal bir davranış bozukluğunun tezahürüdür. İnsan beynine sorgulamadan yüklenen her kayıt, bir süre sonra saçmalamanıza sebep olur. Medya mensupları, lideri övmekten başka meziyeti olmayan siyasetçilerle ve onların hizasına girmiş yöneticilerle çalıştıkça, başarıları tek bir kişiye mal etmeye alışıyor. Sonuçta ise gördüğümüz gerçeğin silinmesi, aklın körelmesi. Bu şartlanma altında uzun süre kalan herkes, düşünme yetisini yavaş yavaş kaybediyor. Algıların yönettiği bir insana dönüşüyor. İşte seçimler de, insan beynindeki bu zaafı acımasızca kullananlar tarafından kazanılıyor. Elbette bu noktaya gelinmesinin ardında kişisel çıkar arayışı var. Güç sahiplerini öven, bir süreliğine para ve makam kazanıyor. Oysa hakikatin peşinden gitmek, sıkıntılı bir süreçtir. Gazeteciyseniz dava edilirsiniz, tehdit alırsınız, hatta hapse atılırsınız. Ama yine de doğruluk, dalkavukluğun kısa vadeli çıkarlarına galip gelmelidir. Türkiye bugün, siyasette, devlet kadrolarında, medyada ve iş dünyasında, en çok övenlerin en çok ödüllendirildiği bir düzenin içinde. Ergenekon, Balyoz, Askeri Casusluk davalarında orduya kumpas kurulduğunu yıllar sonra itiraf eden bir iktidarın, bugün aynı yöntemleri sürdürmesi, tarihin acı ironisidir. Gençler, böyle bir ülkede gelecek görmüyor. Adaletin olmadığı, çok çalışmanın değil yalakalığın prim yaptığı bir toplumda yaşamak istemiyorlar. Beyin göçü, işte bu çaresizlikten besleniyor. Ama bu gidişat kader değil. Cumhuriyetin kuruluş yıllarında olduğu gibi, toplum bir gün yeniden dürüst liderlere ve idealist kadrolara güvenmeyi seçebilir. Atatürk’ün dediği gibi. “Hakikati konuşmaktan korkmayınız.” Türkiye’nin ihtiyacı, hakikati konuşacak, dalkavukluk yerine doğrulukta direnecek bir iradedir. Çünkü toplumları ayağa kaldıran şey, övgü değil, gerçeğin gücüdür....